31 Ocak 2011 Pazartesi

İnsanoğlu Allah Ve Resulüne Karşı Yaptığı Savaşı Kaybetti

Allah ve Resulü ile savaş mı olurmuş demeyin. Tarih içinde Nemrud ve Firavun gibi nice zalimlerin Allah ve peygamberine meydan okuyarak harp ettikleri ve yenildikleri bilinen bir gerçek olduğu gibi, günümüzde de nice Firavun ve Nemrud’lar vardır ve Allah’a meydan okumaktadırlar. “Allah’ın hükümlerini tatbik ettirmeyiz” diyenleri siz ne sanıyorsunuz?
Bugün insanlar farkına varmadıkları bir şekilde Allah ve Resulü ile harp ediyorlar. Zira Allah cc Bakara Suresi 278-279. Ayetinde şöyle buyurmaktadır “Ey inananlar! Allah’tan sakının, inanmış iseniz faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız bunun Allah’a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin”
Evet, islam’ı bilenler ne kadar anlatmış olurlarsa olsunlar bu faizciler yollarından dönmediler ve faiz ile iş yapmaktan vazgeçmediler. Faiz yüzünden ekonomide nice krizler yaşandı; buna rağmen “faizsiz ekonomi olmaz” dediler. Görüldü ki faiz ile de olmuyor. Geçmiş krizlere ve günümüzde yaşanan krize bakın: Kriz sebebi ile batanların hemen tamamı faiz ile iş gören, faiz ile kredi kullananlardır. Faizden uzak duranların ayakta kaldıkları bilinen bir gerçektir.
Faiz bir firmayı, bir ülkeyi değil koca dünyayı batırdı. Bütün dünya şimdi islamın faizsiz ekonomi modelini araştırıyor. Faizin koca dünya ekonomisini batıracağı kimin aklına gelirdi. Aslında bu ayetten bunu anlamalıydık. Çünkü, Allah ve Resulü ile harp eden insanlık ne kadar güçlü olursa olsun Cenab-ı Hakk’ın kudreti karşısında ne yapabilir ki…Cenab-ı Hak günah işleyenlere mühlet verir, tevbe ederse affeder amma…. Kendisine meydan okuyanlara hiç acımaz! Tarih buna şahittir. İngilizlerin meşhur Titanic gemisi, o günün en büyük ve en modern gemisi idi. Allah’a meydan okudular. Evet, bu gemi ilk seferinde hem de iki saatte battı. Meydan okuyan anlamına gelen Challenger isimli uzay aracı havada infilak etti ve mürettebattan kurtulan olmadı. Demek Cenab-ı Hak kendisine meydan okunmasını affetmiyor.
Evet, faizciler Allah ve Resulü ile harp ettiler ve bu harbi kaybettiler. Zaten kazanmaları da mümkün değildi. Bir zamanlar “kredi kartlarınızı kırın, televizyonları kapatın” başlıklı bir yazı yazmıştım. Sözümü dinleyenler dinledi, dinlemeyenlerden kaç kişi gelip bu kredi kartları yüzünden perişan olduklarını söylediler. Bugün yüzbinlerce insan kredi kartı yüzünden perişan. Çünkü o da faiz işi. Zamanında ödemediğin takdirde faiz işlemeye başlıyor. Faizin azı çoğu olmaz. İnsan küçücük bir varlık. Kendi yaratanına ne cesaretle meydan okuyabilir? Bu kadar haddi aşarsa işte olacağı budur. Herkes vaveyla ediyor. Etmeyin efendiler! Faizi savunurken iyi idiniz. Tokadı yeyince ne oldu?
Evet, dünya ekonomisi faiz yüzünden tarihinde olmadık bir şekilde battı. Faizden vazgeçmedikçe de kurtuluş yok. Eninde sonunda bu insanlık Allah’ın hükümlerine boyun eğecektir. Demek, islamiyet orta çağ karanlığıydı ha… Orta çağda da gün 24 saatti ve insanın iki gözü vardı. 1400 sene geçince bunların önemi kalmadı mı? Nasıl hükmediyorsunuz? İşte, Kur’an’da ki Allah’ın hükümleri böyledir, asla eskimez, zaman geçtikçe daha da tazelenirler. Bu Kur’an’a meydan okuyanlar eninde sonunda Kur’an’a boyun eğecekler yada bu Kur’an ve bu kâinatın sahibine meydan okumanın cezasını hem dünyada hem de ahirette çekeceklerdir.
Faiz oranları düşükmüş. Ne kadar düşük olursa olsun haramdır ve kişi “ben bunu istemem” diyebilmelidir. Fakat maalesef en yakınlarımıza kadar hemen herkesin faiz ile iştigal ettiğini duyuyoruz. Esnaftan nerede ise kredi kartları ve post makineleri yüzünden faize bulaşmayan kalmamış. Bu ne cesaret ve bu ne gidiştir!
Faiz ile iş yapanlar birden parlarlar. Güya işlerini ilerletirler. Halbuki bu bir imtihandır. Hiç ummadıkları bir anda da tepetaklak giderler. Örneği çok. Ahiretteki cezası ise çok şiddetli olduğundan faize düşmekten şiddetle kaçınmak gerekir. Rabbimiz Bakara suresi 275. ayetinde “Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada temelli kalacaklardır” buyurmuştur. Bu tehdit faizi bırakmak için yetmez mi? “Faiz yiyenler kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacaklardır” Hadis-i Şerifi meselenin ne kadar önemli olduğunu göstermiyor mu?
Beni okuyan ve dinleyen kardeşlerime ve bahusus esnafa ve kredi kartı kullananlara derim ki “faizden uzak durun. Kredi kartlarını bırakın.” Çünkü Allah cc Bakara suresi 276. Ayetinde “Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir” buyurmuştur.
Maksadımız dünya olursa faizden kurtulmak mümkün olmaz. Batıp gitmekten de kendimizi kurtaramayız.


Helâl kazan, helâl ye…Amma az ye…

“İbadet on kısımdır, dokuzu helâl lokmadır” demişler.
Büyük zatların hepsinin ortak özelliği, az yemiş olmalarıdır. Demek çok yiyenlerden bir şey olmuyor. Öyleyse, önce yediğimiz helâl olmalı amma, helâl de olsa çok yememelidir. Az yemenin faydası, çok yemenin zararı saymakla bitmez.
Alimler demişlerdir ki: oruç ve açlıkta on güzel haslet vardır:

l. Açlıkta kalb safası, gönlün hakka inkıyadı, göz keskinliği vardır.
Tokluk ise aptallık ve tenbellik verir, basireti kör eder. Dimağda buharı fazlalaştırır; bu sebeple kalbde bir ağırlık olur. Söylenen fikirlere intikâl ve intibak edemez, esrarı anlayamaz.
2. Açlıkta rikkat-i kalb olur. Kalb safası da insanı münacatın lezzetini idrak etmeye hazırlar, zikrinin ve sair ibadetlerinin te'sirini görür.
3. Kalbde züll ü inkisar olur, şımarıklık gider. Cenab-ı Hakk da hadîsi kudside: "Ben, benim rızam için kalbi münkesir olanlarla beraberim", buyurmuştur. Lüzumsuz ferah ve tuğyanın başlangıcı olan, aynı zamanda büyük mahrumiyetlerin sebebi olan iftihar ve böbürlenme duygusu gider. Nefis açlıkla kırıldığı kadar hiç bir şeyle kırılmaz.
4. İnsan açlıkta belâları unutmaz, zararlara ve afetlere duçar olanları unutmaz. Tok olan açları unutur, aç olanlar ise açlığın ve belâların elemlerini bilirler. Elemli fakirleri ve zayıfları unutmazlar.
5. Açlık bütün ma'siyet arzularını kırar, devamlı kötülüğü emreden nefsin (nefs-i emmarenin) üzerine basar.
6. Açlık, insana betaet ve hamakat veren fazla uykuyu defeder. Çok yiyen ise çok içer, çok içen çok uyur, çok uyuyanın gafleti artar. Kimin gafleti artarsa hüsrana uğrar ve nedameti artar.
Bu sebeple meşayih-i kiram müridi ere: "Çok yemeyiniz, çok içmeyiniz, bu sebeble çok uyursunuz ve hüsrana uğrarsınız" diye buyurmuşlardır.
7. Açlıkta ibadete devam kolaylaşır. Toklukta ise ibadet zorlaşır, ibadete devam ise daha güçleşir.
8. Açlıkta bedenler ve uzuvlar sıhhatli olur, hastalıklar def olur. Çünkü, umumiyetle hastalıkların sebebi çok yemek, çok içmek, çok uyumak, kan fazlalığıdır. Hastalık ibadetlere mani olur, kalbi huzursuz eder, ibadet şevkini kırar.
9. Gayet sade bir hayat sürer, sıkıntısı olmaz. Az yemeği itiyad edinen az mala kanaat eder. Bu sebeble Rasûlullah -sallallalahü aleyhi ve sellem-: "İktisada riayet eden fakra duçar olmaz." yani “maîşetinde orta yolu tutan fakir olmaz” buyurmuşlardır.
10. Açlıkta sadakasını gönül huzuru ile verebilir, yemeğinin fazlasını yetimlere, miskinlere dağıtır, kıyamette de sadakası altında gölgelenir.

TAKVA İÇİN ORUÇ

Cenabı Hak, Azze ve Celle, ayeti kerimede: "Orucun farzıyyeti sizin ittikanız için" buyurmuştur. Çünkü, oruç insanın kuvve-i şehvaniyyesini kırdığı gibi, nefsin heva ve hevesini kırarak bütün azalan günahdan, isyandan ictinab ile zühd ü takvaya sebeb olacağı beyan buyurulmuştur. Çünkü, insanların dünyevî mesaisi iki şeye münhasırdır: Biri tatlı tatlı yiyip içmek arzusudur. Diğeri de kuvve-i şehvaniyyedir. Bu iki arzu da ancak oruç ile men'edilmiş olduğu gibi, tasfiye-i cesed ve bazı emraz-ı kalbiyyenin tathirine de oruç vesile olur. Ve tıbben de midenin tashîhine vesile olduğu malum bir hakikattir.
Muhammed bin el-Haris -radıyallahu ahn- der ki: Beş zümreye beş şeyi sordum, hepsi de aynı cevabı verdiler:
1. Tabiplere devaların en şifalısını sual ettim: "Açlıktır ve az yemektir," dediler.
2. Hikmet ehillerine: "Allah'a ibadete en fazla yardımcı olan nedir?" diye sual ettim. "Açlıktır ve az yemektir" dediler.
3. Zahitlere, "Zühde en fazla kuvvet kazandıran nedir?" diye sual ettim. "Açlıktır ve az yemektir" dediler.
4. Alimlere, "İlim hıfzında en fazla yardımcı şey nedir?" diye sual ettim, "Açlıktır ve az yemektir" dediler.
5. Sultanlara, "Her vakit dikkatli bulunmanın çaresi ve en güzel, en lezzetli taam nedir?" diye sual ettim, "Açlıktır ve az yemektir" dediler.
Öyleyse yapılacak iş, az yemek ve helâl yemektir.



Eleştirilere açık mısınız?

Bu konuda da insanlar iki guruba ayrılırlar. Haklı olan eleştirilere açık olan ve bunları olgunlukla karşılayan insanlar ve eleştirilere kapalı, tahammülsüz insanlar.
Bu durumu öğretmenlerde rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Bazı zeki öğrenciler olur. Problemi öğretmenden önce çözer veya öğretmenin eksik ve hatasını bulur. Akıllı, olgun, bilgisine ve kendisine güvenen öğretmenler böyle bir durumu büyük bir olgunlukla karşılar, hatta bu medeni cesaretinden dolayı öğrenciyi tebrik eder ve kendisi de bu eksiğini gidermek suretiyle bu durumdan istifade eder. Ancak mesleğinde başarısız ve yetersiz öğretmenler bunu yapamazlar. Hemen öğrenciye kızar, onu susturur, hatta ona kafayı takar ve öğrenciliği ona zehir eder. Bunun örnekleri pek çoktur.
Aynı şeyler bir aile reisi için de geçerlidir. Ailesini rahat ve başarılı bir şekilde idare eden bir aile reisi eleştirileri olgunlukla karşılar, bu eleştirileri dikkate alarak varsa eksikliğini giderir ve böylece her geçen gün daha iyiye doğru gider. Aile bireyleri de huzurlu ve mutlu olurlar. Aile reisi işinde ve idaresinde yetersiz ise bağırır çağırır, eleştirilere tahammül edemez ve aile fertlerine de huzur vermez.
aynı kural mesela bir okul müdürü için de geçerlidir. İşinde başarılı, bilgili ve kendisine güvenen bir müdür eleştirileri dinler, uygun olanları tatbikata koyar, eleştiri yapanlara teşekkür eder. Böyle bir okulda çalışan öğretmenler ve öğrenciler hem daha başarılı olur hem de huzurlu ve mutlu olurlar. Eğer müdür işinde başarılı değilse, bilgisi ve seviyesi yetersiz ise eleştirilere tahammül edemez, yersiz sert davranışlar gösterir ve okulu öğretmen ve öğrencilere çekilmez hale getirir.
 Aynı kural bir fabrikatör için de geçerlidir. Başarılı, bilgili, tecrübeli, olgun bir fabrikatör veya işyeri yöneticisi eleştirilere açık olur, yapılan eleştirileri büyük bir olgunlukla karşılar, onları dikkate alarak uygulanabilir olanları tatbikata koyar. Böylece hem daha başarılı olur, hem de iş yerinde çalışanlar huzurlu ve mutlu olurlar. Fabrikatör veya idareci başarılı değilse, bilgisi, becerisi seviyesi az ise hırçın olur. Eleştirilere tahammül edemez. İş yerinde terör estirir. Çalışanlar da huzursuz olduğundan iş verimi de düşer.
Bunun için başarılı, olgun ve bilgili kişilerden korkmayın. Onlar eleştirilere, yeniliklere ve yenilenmeye açık tevazu sahibi olan insanlardır. Başarısız, işinde yetersiz insanlardan korkun. Onlar hırçın, eleştirilere ve yeniliklere kapalı olup kaba kuvvet kullanmaktan çekinmeyen kişilerdir.
Bu kural devleti idare edenler içinde geçerlidir. Onlar başarılı olursa bütün millet rahat eder ve huzurlu olur. Eğer onlar başarısız olurlarsa sıkıntıyı herkes çeker. Bunun için onların başarılı olabilmesi için herkesin elinden geleni yapması gerekir.
Bu kural devletlerin sistemleri içinde geçerlidir. Önceki yıllarda katı sosyalist ve kominist sistemler vardı. Yıkılanlar hariç hala ayakta olanları var. Bu sistem içinde yaşayanlar asla sistemi eleştiremez, sistemi kuranlar veya sistemi savunan veya yürütenler hakkında doğru olan şeyleri bile söyleyemezsin. Eleştirilere tahammül yoktur. İşte bu özellik o sistemlerin ne kadar yetersiz, geri birer sistem olduğunu göstermektedir ki sonunda bir çokları yıkılıp gitmiş, halklarına da dünyayı zehir etmişlerdir. Aydınlarını, fikir adamlarını ve bilge insanlarını haklı ve yerinde eleştirilerinden dolayı hapse atan bir sistem elbette yıkılmaya mahkumdur. Bu beşeri sistemler içinde eleştirilere açık olan, yeni fikirlere saygı gösteren ve en mükemmeli Demokrasidir. Bunun için her ülkedeki insanlar Demokrasi havariliği yapmaktadır. En gelişmiş beşeri sistem olduğu için diğer sistemler içinde yaşayan insanlar Demokrasiye geçilebilmesi için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Demokrasi diğer beşeri sistemler içinde en gelişmiş olanı olduğu; fikirlere ve yeniliklere açık olması, haklı eleştirilere kulak vererek halkını daha huzurlu ve mutlu etmeye gayret etmesndendir. Her geçen gün kendisini yenilediğinden, halkın huzur, mutluluğunu esas aldığından, ilerleme ve özgürlüklere açık olduğundan insanoğlunun tarih boyunca edindiği tecrübelerle elde ettiği en mükemmel beşeri sistem Demokrasi olmuştur.
Bizim ülkemizde de sistemi eleştirmek yasaktır. Sistemi kuranlar ve yürütenleri haklı bile olsan eleştiremezsin. Bu bize içinde bulunduğumuz sistemin; eleştiri ve yeniliklere açık, halkının huzur ve özgürlüklerini esas alan Demokrasiden ne kadar geri olduğunu gösterir.
Bunu için ülkemizde; 'gerçek demokrasiyok, demokrasinin adı var, kendi yok; hakiki demokrasiyi istiyoruz' tarzında aydın ve fikir adamlarının yaptıkları konuşmalar bunun içindir. Türkiye şu an itibari ile gerçek demokrasiden uzak bir sisteme sahiptir.
Aslında Türkiyenin Avrupa Birliği macerası da bu sistemden kurtulmak, Avrupaî bir Demokrasi ve hürriyetlere kavuşmak içindir. Avrupalılaşmak eskiden beri uygarlık ve ilerlemenin şartı olarak gösterildiğinden sistemin sahipleri AB'ye açıktan hayır diyememekte, bir taraftan da Avrupanın dayattığı yeniliklere alttan alttan karşı çıkmaktadırlar. Dolayısıyla şimdi sistemin sahipleri iki arada bir derede kalmışlardır. Çünkü onlarda bilmektedirler ki Avrupaya uyum sağlandığında bu sistemden eser kalmayacaktır. AB'ye karşı olmak ise gericilik sayıldığından açıktan karşı da çıkamamaktadırlar. Bakalım sonuç ne olacak?
Bu yazdıklarımızdan bizim de beşeri bir sistem olan Demokrasiyi savunduğumuz sanılmamalıdır. Biz bu yazımızda sadece bu gün yaşanan gerçeklerin bir değerlendirmesini yapmış olduk. Yoksa:
Ben bir müslümanım.  islamiyet ise bu kâinatı yaratan Allah'ın kulları olan biz insanlara mutlu ve huzurlu olmamız için gönderdiği sistemin adıdır. Demokrasi ise; insanların binlerce yıllık acı tecrübelerle geliştirdikleri sistemin adıdır. Dolayısıyla bir müslüman Allah'ın gönderdiği sistemi bırakıp beşeri bir sistemi kabul edip, benimseyemez. yoksa islamiyetle bir bağı kalmaz!


Hak ve Batıl guruplar


        Mü'min ve Müslümanlara göre Adem a.s. zamanından beri ve kıyamet gününe kadar dünyada insanlar iki gruptur. Yani bugüne kadar insanlar iki grup olarak gelmişler ve kıyamete kadar da iki grup olarak devam edeceklerdir. Ta ki kıyamet günü “vemtezül yevme eyyuhel mücrimun ( ey mücrimler! Bugün ayrılın)yasin suresi” hitabı gelene kadar bu iki grup karışık olarak bulunmaya devam edecektir. Bu hitap geldikten sonra iki grup birbirlerinden ayrılacaklar ve herkes dünyada yaptıklarının karşılığı olarak hak ettiği yere gidecektir.
Birinci grup hak yolda giden gruptur ki; lider ve önderleri başta Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere bütün peygamberlerdir (aleyhimusselam). Peygamberlerin getirdiklerini kabul eden, onlara tabi olan, onların tarif ettiği tarzda inanan ve hayatlarını buna göre sürdüren gruptur ki; hidayet ehli olan, hak yolda olan, doğru yolda olan grup bu gruptur. Gerçi herkes kendisinin doğru yolda gittiğini sanır amma gerçek öyle değildir. Kim ki Kur’an a ve Peygamberimiz (s.a.v.) in sünnetine uygun hareket ediyorsa o doğru yoldadır. İşte Kur’an’ın ve Peygamberimiz (s.a.v.) in tarif ettiği tarzda inanan ve ona göre  yaşamaya çalışanlar kurtulacak olanlardır, doğru yolda olanlardır, ehli hak ve hidayette olanlardır.
İkinci grup ise; kısaca peygamberlerin karşısında yer alan grupların tamamıdır. Çeşitleri ne kadar  çok olursa olsun. Onların hepsi dalalet grubudur, dallin grubudur, batıl olan gruplardır.
Onlar daima ehli hak ile mücadele halindedirler. Nefislerinin istediği gibi bir hayat sürerler. Hayvan gibi yer, içer ve keyf ederler. İslamiyet ve Müslümanlarla uğraşmaktan asla vaz geçmezler ve vicdanlarını susturabilmek için “biz de müslümanız” demekten de geri kalmazlar. Bunlar hakiki müslümanın kendileri olduklarını sanırlar. İslam’ı olduğu gibi kabul eden, yaşamak isteyen ve yaşanmasını isteyenleri ise radikal, aşırı uç, veya kökten dinci gibi sözlerle karalamaya çalışırlar.
Kısaca ehli iman ve islama göre grup ikidir; birisi peygamberlere tabi olan ve onların yolundan gidenler, diğeri de bu grubun karşısında olanlar.
Bu peygamberlerin karşısında olan ve Müslümanları terörist ilan eden gruba göre ise insanların pek çok grubu vardır ve bu gruplara göre insanları bölüp parçalarlar ve birbirlerine düşman edip mücadele ettirirler. Ve bu şekilde saltanat sürerler.
Mesela; ırklarına göre insanları ayırmak onların en çok yaptıkları iştir. Dolayısıyla ırkçılık onların vazgeçemedikleri bir hastalıktır. Aynı ırkta olanları ve aynı ülke de yaşayanları ise daha değişik bir şekilde bölerler. Siyasi partiler bu konuda başı çeker. Herkes tabi olduğu partiye göre bir grup oluşturur. İcabında başka partiden olan akrabalarla akrabalık ilişkileri bile kesilir. Cinayetler işlenir, insanlar sağcı-solcu diye ayrılır ve birbirleriyle mücadele ettirilir. İki grupta memleketini sevdiği için vurmaktadır. Maksatları memleketi kurtarmaktır. Hiç olmazsa futbol takımlarına göre insanları bölerler. Bu takımın diğer takımdan ne farkı varda bu takımı tutuyor kendiside bilmez. Karşı takımı tutanlar neredeyse düşmandırlar. Maça giderken götürülen bıçaklar, sopalar ve çıkan kavgalar ve alınan güvenlik tedbirleri buna şahittir.
Bu ve bunun gibi sun-i yollarla insanlar kamplara bölünür ve boşu boşuna neticesiz bir yolda mücadele ettirilirler. Parsayı ise kendileri toplarlar.
İşte peygamberlerin yoluna gitmeyen insanlar bu mücadelelerin arasında bocalayarak yaşarlar belki de dünyaya dahi niye geldiklerini anlıyamadan göçerler giderler.
Allah (c.c.) a itaat etmemenin Peygamberimiz (s.a.v.)  dinlememenin cezasını bu dünyada çektikleri gibi ahirette de çekmeye devam ederler.
Dikkat edin kendimizi iyi bilmek bizi iyi etmez. Kim Allah (c.c.) a ve Resulüne (s.a.v.) itaat ediyorsa o iyidir. İtaatte kafaya göre olmaz. Ehli sünnet ve cemaatin tarif ettiği gibi inanmak ve amel etmek gerekir. Bu hadisi şerifi de kulaklarımıza küpe etmeliyiz. “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız”

Bizdeki emanetlerin farkında mıyız ?

 Emanet: bize ait olmayan fakat bir müddet için bize bırakılmış veya istifademize verilmiş şeylerdir.
Dünyaya gelmeden önce hiçbir şeyimiz yoktu. Bize hayat verildi, vücut verildi. Vücudumuzla beraber dünyalara değişmeyeceğimiz gözler- kulaklar,  eller- ayaklar ve diğer vucudumuzdaki cihazlar ve duygular verildi. Bunları biz para vererek satın almadık, yani bize emaneten, geçici bir süreliğine istifademiz için verildi. Hepimizde biliyoruz ki bütün bunları veren hiç bize sormadan ve istediği zaman geri alacaktır. Öyleyse bu eller- ayaklar, bu gözler- kulaklar bizim değildir. Bize bu cihazları veren zat bizim onları istediğimiz gibi kulanmamızı yasaklamış ve kendi istediği gibi ve müsaade ettiği tarzda kullanmamızı emr etmiştir. Demek gerek vücudumuzu, gerekse her bir cihazımızı canımızın istediği gibi kullanırsak o cihazlara ihanet etmiş oluruz. Yani Allah (cc)’ın emrettiği ve müsaade ettiği tarzda vücudunu ve cihazlarını kullananlar emanette emin olanlardır. Canlarının istediği gibi giyinenler, canlarının istediği gibi yaşayanlar, Allah (cc)’ın emir ve yasaklarını dinlemeyenler emanette hain olanlardır. Şimdi sen kendine bak. Allah (cc)’ın emrettiği ve müsaade ettiği tarzda mı yaşıyorsun yoksa canının istediği tarzda mı ? Yani Allah (cc) örtünmeni veya karını ve kızını örtmeni emrediyor. Sen Allah (cc)’ın emrini mi dinliyorsun yoksa canının istediği gibi mi giyiniyorsun ? Mesela Allah (cc) sabah namazı vaktinde “kalk” emrediyor. Nefsinde “yat” emrediyor. Kimi dinliyorsun ? ve ha keza kıyas et.
Emanetler bunlarla sınırlı değildir.Yani bu alemde bizim olan bir şey yoktur. Mülk tamamen Allah (cc)’ındır. Öyleyse sahibi olduğumuz her şey bize emanet olduğu gibi elimizde bulunan makamlar hatta evlatlarımız bile emanettir. Demek mal benim; istediğim gibi kullanırım, evlat benim; istediğim gibi yetiştiririm, makam benim; istediğim gibi idare ederim diyemezsin. Dersen eğer tam bir hain olursun. Yani sen Makamını Allah (cc)’ın istediği şekilde, emir ve yasaklarına göre kullanmaya mecbursun. Malını, paranı istediğin gibi harcayamazsın ancak O’ nun emrettiği ve müsaade ettiği yerlerde harcayabilirsin ve ha keza.
Yarın ahirette sen bu emanetlerin hepsinden hesaba çekileceksin. Onları Allah (cc)’ın istediği şekilde kullanmışsan yakanı kurtarırsın yoksa vay haline…
Demek sen gözünle istediğin şeye bakamazsın, paranı istediğin yere harcayamazsın, arabanla istediğin yere gidemezsin, kulağınla istediğin şeyi dinleyemezsin, makamını istediğin gibi kullanamazsın ve ha keza.
Allah (cc)’ ın istediği gibi değilde nefsinin istediği gibi yapanlara ve yaşayanlara veyl olsun.

Dini cezaların tatbiki…

“Yer yüzünde bir had cezasının tatbiki kırk sabah yağmur yağmasından hayırlıdır” Ramuz hadisi.
“Bir had cezasının tatbikine engel olan Allah (c.c.)’ın gadabındadır” Hadis-i şerif.
Demek İslam dini sadece namaz kılıp oruç tutmaktan veya sadece baş örtüsünden ibaret değilmiş. Dinimizde Allah (c.c.) ve Resulü’nün tayin ettiği cezalar da varmış. Ve bu had cezalarından birinin tatbik edilmesi insanlar ve toplum için kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlı imiş. Dinimizin bu yönünden hiç bahsetmeyenlere yazıklar olsun! Halbuki Cenab-ı Hak ayet ve hadislere göre hüküm veren mahkemeler olmasını ve müslümanların mahkemelik meseleleri olduğu zaman bu mahkemelere gitmelerini ve verilen hükümlere içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul etmelerini, aksi takdirde iman etmiş olmayacaklarını haber vermiştir. Varın bu mahkemelere karşı olanların, veya böyle İslamî kanunların tatbik edildiği bir dönem gelir diye titreyenlerin halini siz düşünün!
İşte din düşmanları ekseriyetle namaza, oruca pek karışmazlar. Amma dinimizin bu kanunlarına, hele bir de tatbik edilmesine şiddetle karşı çıkarlar. Hatta Allah (c.c.)’ın kanunlarının tatbikini istemeyi dahi büyük bir suç kabul ederler. Biz de diyoruz ki; bu kanunların tatbikini istemeyenler, karşı olanlar dinimizin büyük bir bölümüne karşı çıkmış oldukları unutulmamalıdır..
Halbuki dinimiz bir bütündür. Bir tarafını kabul edip, diğer tarafını kabul etmeyerek nasıl müslüman olunabilir? Bu işte orta yol yoktur. Ya olduğu gibi kabul edersin, yada İslam dairesinden çıkar gidersin. Beş vakit namaz kıldığı halde şeraite karşı olduğunu söyleyenlerin veya onun hükümlerini beğenmeyenlerin, yüzyıllar öncesinin kanunu bu gün tatbik edilebilir mi diyenlerin halini siz düşünün. Derhal tevbe edip İslam dairesine girmelidirler.
İşte yıllardır bunu demek istiyorum. Önce, Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de ne emretmiş ise, Peygamberimiz s.a.v. Allah (c.c.) tarafından ne getirip bize tebliğ etmiş ise, inanıp kabul edeceğiz. Bu konuda fikir yürütmeyeceğiz. Ancak hikmetini araştırıp inceleyebiliriz. Farzları yapıp haramlardan kaçacağız. Dinimiz ne diyor ise, ona taraftar olup aksini savunmayacağız. Dinimize uymayan bir iş yaptığımız zaman da “ evet, ben bunu yaptım, veya yapmak zorunda kaldım, veya nefsime, şeytana yenildim, bu dinimize uymuyor, yanlıştır” diyeceğiz. Hata, kusur ve günahlarımız affı için Allah (c.c.)’a yalvaracağız.
Dinimizde ki hükümlerden biri de dinden çıkanlar ile ilgilidir. Bir müslüman dinini terk edemez. Ederse ona yeniden tebliğ yapılır, İslam’a yeniden dönmesi istenir, varsa şüpheleri izah edilir. Buna rağmen İslam’a dönmeyi red ederse ona “Mürted” denilir. İslam’a göre ise mürtedin yaşama hakkı yoktur ve öldürülür.
Şimdi Afganistan’da bir müslüman dinini terk ederek Hıristiyan olmuş.Az çok şeriata uyan kanunları ile Afgan hükümeti bu şahsı mahkemeye vermiş. Elbette çıkacak netice belli. Bakıyorsun bütün dünya ayağa kalkmış. Bu kişi idam edilemezmiş, asırlar öncesinin kanunlarına göre hüküm verilemezmiş vs. İslam’ın bir hükmünün tatbik edilmemesi için ne gerekiyorsa yapıyorlar ve yaygara koparıyorlar. Ellerindeki bütün imkanları kullanarak Allah (c.c.)’ın hükmünün tatbikini engellemeye çalışıyorlar.
Onlar gavurluklarının gereğini yaparken Müslümanlığın gereğini yapan cılız da olsa bir tek ses yok. “Bu dinimizin bir gereğidir, Allah (c.c.) ve Resulü nasıl emrediyorsa elbette öyle yapılacaktır. Biz müslümanız, Müslümanlığın gereği budur.Doğru olan onu tatbik etmektir. Allah (c.c.)’ın kanunlarını bırakıp Avrupa kâfirlerinin kafalarından yazdıkları kanunlara uymak kadar aptallık olur mu?” gibi şeyler söyleyen yok. Elimizde bu kadar hakikat varken onları söylememek, savunmamak nasıl oluyor, hayret!
Burada yeri gelmişken yıllardır “iman ve Kur’an hizmetinde bulunuyoruz” diyenlere de birkaç sözümüz var.
 İman ve Kur’an hizmeti deyince siz ne anlıyorsunuz acaba? Dinimize, dinimizin hükümlerine bu kadar aleni, açık açık saldırılacak ve sizden en küçük bir ses çıkmayacak, öyle mi? Üstelik bu saldırıları yapan Hıristiyanlarla nasıl ederiz de iyi geçiniriz hesapları yapacaksın, onları memnun edecek şeyleri söyleyecek, onların hoşuna gitmeyecek şeyleri ise, dinimiz emretse dahi, söylemeyecek ve yapmayacaksın ve bu da iman ve Kur’an hizmeti olacak, öyle mi? Okuyorsunuz; “hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir” diye. Peki dinimize yapılan bunca hücumlara karşı en küçük bir ses çıkarmamak nasıl oluyor? “Her doğru her yerde söylenmez” demeyi biliyorsunuz, amma “ haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadis-i şerifinden haberiniz yok. Üstad Bediüzzaman Hz.leri o günkü az bir talebesiyle dünyayı titretiyordu. Bediüzzaman Hz.leri “şeriatın en küçük bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diyordu.
Gelin iş işten geçmeden bu ikazlarımızı dikkate alın ve Bediüzzaman Hz.leri gibi din düşmanlarının karşısında dim dik ayakta durun.

Bu gidiş nereye?

Biz, toplum olarak ne yaptığımızın farkında mıyız? Biz böyle, nereye gidiyoruz? En akıllılarımız, en bilginlerimiz, en önde gelenlerimiz, hâtta en yüksek makamlarda olanlarımız, çıkıyorlar televizyona, konuşuyorlar hâ.. konuşuyorlar. Konuştukları ne kitaba uyuyor, ne de bu günkü dünya şartlarına. Savundukları fikirleri en cahil bir adam bile savunmaz. Gerçekten biz, bu günlere nasıl geldik?
Bir zamanlar ‘Tıp Fakülteleri kapatılırsa ne olur?’ diye bir yazı yazmıştım. ‘Elbette, insanların sağlık alanındaki ihtiyaçları devam ettiğinden, ortalığı birçok sahte doktor kaplar’ demiştim. Bu gün durum, aynen öyle.
Müslümanlığı kimseye bırakmayıp, İslam’a hücum eden mi ararsınız; dini savunuyorum diye dine zıt bir sürü şeyi saçmalayan mı ararsınız, İslamiyet adına dinin kabul etmediği işleri yapanları mı arasınız, dini sadece namaz oruç, haç, umre gibi ibadetlerden ibaret sananları mı ararsınız, ne ararsanız var. Gerek dini savunanların, gerek ‘müslümanım’ dediği halde İslam’a hücum edenlerin, bu konuda, bu kadar cahil olmalarının sebebi ne acaba?
Evet, şaka günlerde değiliz. Bu günler o kadar dehşetli günler ki.. Daha dehşetli günler gelmez demiyorum amma, ahir zaman fitnesinin de tam ortasında bulunuyoruz.
Televizyonlardaki çırıl çıplak kadınlar artık yadırganmıyor, dinimizde en büyük günahlardan olan içki serbest, zina serbest. Allah ve Resulüne harp açmak demek olan faize nerede ise girmeyen kalmamış. Kredi kartlarının yaygınlaşması, faiz oranlarının düşmesi, faizli krediye kolayca ulaşılması vs.. toplumun büyük bir bölümü, öyle veya böyle faize bulaşmış. Şimdi, ülkemiz savaş halindedir; Allah ve Resulü ile.. Söyleyin, bu ülkede rahat ve huzur olur mu? ‘Gelin, Allah ve Resulü ile harp etmeyi bırakalım, faizi yasaklayalım, en büyük günahlardan olan içki, kumar, zina yasak olsun’ demeye bile kimse cesaret edemiyor. Bu nasıl bir zaman böyle?
En büyük günahların serbestçe işlendiği günümüzde, içki değil de sigara yasaklanıyor? Çırıl çıplak gezen kadınlarla değil de, az çok örtülü olan kadınlarla uğraşılıyor. Zinanın önü açılıyor, içki kumar teşvik ediliyor.
Öyle bir fitne kopmuş ki, evlerimizin içine kadar girmiş; en yakınlarımızı, hâttâ çolumuzu çocuğumuzu kurtaramıyoruz. Kendimizi kurtaramıyoruz ki, millete de ‘şunu yapın, bunu yapın’ diye tavsiye edelim!
Kesin olarak biliyorum ki, Allah’ın emir ve yasaklarını toplumda tatbik etmedikçe kurtuluş yok. Halbuki bugün, bunu söylemek ve istemek dahi suç. Öyle veya böyle, baş örtüsü sorunu kısmen çözülecek gibi görünüyor. Yıllarca yazdım. ‘Baş örtüsü bu şekilde hâllolursa, Müslümanların problemi bitecek mi?’ diye. Adam diyor, ‘bizim kızlarımız başlarını örterek okusunlar, tamam’ Ya Hu.. bu kız okulu bitirince çalışacak, o zaman açacak mı? Üniversitede okuyan örtecek, lisedeki ne olacak? Diyelim baş örtüsü tamamen senin istediğin gibi serbest oldu, içki, faiz, kumar, zina ve çıplaklık gibi dinimizin yasakladığı şeyler ne olacak? Efendim, ben başımı örteyim, gerisi ne olursa olsun mu diyorsun? Yazık… Din senin başörtünden ibaret değil ki…
İnşallah yakında dinimizi bir bütün olarak kabul eden ve tatbik etmek üzere yola çıkanlar gelirde, bu keşmekeşlik biter. Zira, ne dost, dediğini biliyor; ne de düşman, yaptığının farkında! Kısaca, cahilliğin zirvede olduğu günlerde yaşıyoruz. .

28 Ocak 2011 Cuma

Ey İnsanlar! Gemiye binin

Bütün büyük zatlar bu dünyayı büyük, dalgalı ve derin bir denize benzetmişler, belki de manevi alemde öyle görmüşlerdir.
Malûm, bulûğ çağına giren herkes bir nevi fırtınalı, dalgalı ve derin bir deniz olan şu dünya hayatına atılır.
Yani: Bulûğ çağına girmesi ile nefis ve şeytan devreye girer. Bir yandan nefsinin bir çok istek ve arzuları, diğer taraftan bütün bunları elde etmenin zorluğu, hatta imkansızlığı; aynı zamanda hastalıklar, belâlar, musibetler, kötü insanlar ve başa gelebilen sıkıntılar; hepsinden öte, ölümün de karşısında beklemesi… Ne zaman ve nerede geleceği belli olmayan ölüm…
Şimdi, bir taraftan nefsin bunca istek ve arzuları, diğer taraftan dünyanın binbir çeşit sıkıntıları ve tehlikeleri ve insanın karşısında bekleyen ölüm… Gel de bu işin içinden çık…Bu mümkün değil. Nasıl okyanus ortasında denize düşen birisinin dev dalgalarla  boğuşup kurtulması mümkün değilse, ancak bir gemiye binerse kurtulacağı açık ise; aynen öyle de; bu aciz insan da bütün bu ihtiyaçlarına ve düşmanlarına karşı ancak İslamiyet gemisine binmekle kurtulabilir. Evet, fırtınalı, dalgalı bu dünya hayatında İslamiyet adeta manevi bir gemi hükmündedir. Gemiye binenlerden başkasının kurtulma şansı hemen hiç yoktur.
Siz, islamiyetten uzak bir hayat sürenlerin görünüşte gülüp eğlendiklerine bakarak aldanmayınız, onların  biraz içlerine girseniz göreceksiniz ki, dünyanın binbir sıkıntısı içerisinde çaresizce boğuşmakta ve neticede boğulup gitmektedirler.
Evet, bu manen çok derin, dalgalı ve fırtınalı dünya denizinin sahibi hemen hiç kurtulma şansı olmayan bu insanlara merhamet etmiş ve onların kurtulmaları için manevi bir gemi hükmünde olan islamiyeti göndermiştir. Bu geminin kaptanı son peygamber, bizim peygamberimiz Hz.Muhammed Mustafa (sav)’dir.  Başta Peygamberimiz (sav) olmak üzere yardımcıları hükmünde olan alimler, müçtehidler, evliyalar bütün insanları bu gemiye binmeye davet etmekte ve binmelerine yardımcı olmaktadırlar. Bu gemiye binmek ise: ancak iman edip Kur’an’da açık olarak emredilen farzları yapmak ve kesin olarak haram olan yasaklardan uzak durmak ile mümkündür. Demek, iman edip farzları yapanlar ve başta beş vakit namazı kılanlar ve zekatı verenler; bu arada içki, zina, puta tapmak, faiz yemek, adam öldürmek gibi büyük günahlardan uzak duranlar bu İslamiyet gemisine binmiş olurlar. Allah’ın Kur’an’da emrettiği veya yasakladığı şeylere itiraz etmeyip kabul edenler ve kanun olarak Allah’ın emir ve yasaklarını kabul edenler, bu arada islam’a zıt olan, Kur’an’a zıt olan işleri ise red edenler inşallah bu gemiye binmiş olurlar.
 Elbette, dalgalarla boğuşanlar ile gemiye binenlerin hali bir olmaz. Gemidekiler rahat ve huzur içinde, tehlikelerden uzak bir şekilde seyahat ederlerken diğerleri çaresizlik için dalgalarla boğuşmakta ve nihayetinde boğulup gitmektedirler. Bunu her iki tarafın adamları ile konuştuğunuzda rahatça görebilirsiniz.
İslamiyeti kabul edip elinden geldiği kadar yaşamaya çalışan samimi bir müslümana her ne zaman sorsanız “Elhamdülillah, iyiyim” sözünü işiteceksiniz. İslamiyetten uzak hayat sürenlere de her ne zaman sorsanız hallerinden şikayet edeceklerdir. Çünkü onlar, birçok sıkıntı ve problemler ile çaresiz ve umutsuz bir şekilde mücadele etmektedirler.
Denizde dalgalarla boğuşan birisi dört gözle kendisini kurtaracak bir gemi bekler. Böyle bir gemi geldiği zaman binmekte tereddüt eder mi? Elbette etmez. İşte bütün insanlar o denizde gemi bekleyen çaresiz insan konumundadırlar. Ayaklarına kadar gelmiş ve onları ebedi olarak kurtaracak ve cennete ulaştıracak İslamiyet gemisine binmek zorundadırlar. Başka bir çare yoktur. Binmeyenlerin içler acısı durumu zaten gözlerimizin önündedir. Ölümden sonrada nice azaplar onları beklemektedir. 
O zaman bu gemiye binmemenin ne mazereti olabilir? Binmeyenlere akıllı demek mümkün müdür? Zerre kadar aklı çalışan bu gemiye binmez mi?
Evet, gelin, vakit geç olmadan bu gemiye binin, yoksa boğulacağınız kesindir. 

Hatası olmayan tek kitap: Kuran-ı Kerim!

Bu güne kadar yazılmış milyonlarca kitap vardır. Kütüphaneler bu kitaplarla doludur. Özellikle büyük alimler ve sanatlarında ileri giden sanatkârlar, milyonlarca profesörler arkalarında eserler bırakmışlar ve bunları kitaplarında toplayıp kendilerinden sonra gelenlere ulaştırmışlardır.
Kitap yazmanın ne demek olduğunu kitap yazanlar daha iyi bilirler. Buna yaşanmış kısa bir hikâyeyi anlatırsak umarım herkes anlar. İmam-ı Şafii Hz.lerine atfedilen bir kıssa şöyledir. Dört büyük mezhepten olan Şafii mezhebinin kurucusu ve ilmi deniz gibi olan İmam-ı Şafii Hz.leri bir kitap yazmış. Yazdığı kitabı yayınlanmadan önce hataları düzeltmek maksadı ile şöyle bir gözden geçirmiş ve bir çok hata tespit edip düzeltmiş. Daha sonra tekrar bir gözden geçireyim, olur ki başka hatalarda vardır demiş. Ve incelemiş. Tekrar bazı hatalar tespit etmiş ve düzeltmiş. Sonra bir daha, sonra bir daha… Bakmış hataların biteceği yok. Her defasında yeni hataları görüyor ve düzeltiyor. Nihayetinde pes etmiş ve demiş ki: Varsın bu kitap ta hatalı olsun. Hatanın biteceği yok. Anlaşılıyor ki bu dünyada hatasız tek bir kitap vardır, o da Kur’an-ı kerim’dir.
Evet, bu dünyada hatasız tek bir kitap vardır ve o da Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim’in sadece bu özelliği bile onun insan sözü olmadığına, bu kâinatı yaratan zatın kelamı olduğuna delildir. Çünkü insanların içindeki en büyük alimler, en önde gelen profesörler ve ilminde ileri gitmiş herkes eserler yazıp, onları kitap halinde yayınlıyorlar. Alanlarında profesör olmuş ve en büyük alimler arasında yer alan ve bu işin yıllarca tahsilini görmüş insanlar bile hatasız kitap yazamamışlar, uzun tetkiklerden sonra bile hataları bitirememişlerdir. Hatta günümüzde kitapların bilgisayar yardımı ile de yazıldığı düşünülürse mesele çok daha iyi anlaşılır ve Kur’an-ı Kerim’in insan kelamı ve sözü olmadığı ayan beyan ortaya çıkar.
Konu ile ilgili başımdan geçen bir hadiseyi anlatacağım. Veciz Sözler adında hemen hemen 100 sayfa civarında cep boy bir kitap yazdım. Bilgisayara kaydettim. Kendim üniversite mezunu olduğum ve bu işin tahsilini de yaptığım halde kitaptaki  hataları bitiremedim. İlla bir gramer hatası, bir noktalama işareti hatası veya büyük küçük harf hatası oluyor. Bilgisayar ortamında her kontrol ettiğimde yeni hatalar buluyorum. Nihayetinde aynı İmam-ı Şafii Hz.leri gibi: Bu hataların biteceği yok. Ve olduğu kadar… deyip, baskıya verdim.
O zaman iyice anladım ki hiçbir dilbilgisi dersi almamış, edebiyat görmemiş, diğer ilimler de hiçbir tahsili olmayan ve hiçbir kimseden ders almamış bir kişinin böyle hatasız bir kitabı yazması asla mümkün değildir. Bu güne kadar, bu kadar alim ve profesörler, yüksek  tahsil ve doktora yaptıkları halde hatasız kitap yazamamışlarsa, nasıl olurda hiçbir tahsil görmemiş bir kişi hatasız kitap yazabilir? Bu asla mümkün değildir. Demek, Kur’an Allah kelamıdır.
Zaten peygamberimiz’in (s.a.v) tahsil görmeyişinin ve ümmi oluşunun bir hikmeti de budur. Peygamberliği hiçbir vesveseye veya şüpheye meydan vermeyecek şekilde aşikar olsun. Yoksa dünyanın en zeki insanı olan Peygamberimiz (sav) elbette okuyup yazmayı çok kısa bir sürede öğrenebilirdi.
Ayetlerin geldiği şartları düşünün. En sıkışık zamanlarda, savaşın şiddetli vakitlerinde… Evet, peygamberimiz (sav) gelen ayeti bir defa söylüyor ve o şekilde kaydedilip ezberleniyor. Asla şurası olmadı değiştirin demiyor ve o gelen ayeti bu güne kadar dost düşman bütün ilim erbabı inceliyor ve asla bir hata, bir eksiklik bulamıyorlar. Üstelik ayetler insanın yaratılmasından astronomiye, zerrelerden kürrelere, geçmişten geleceğe her alanda söz söylüyor. Verdiği bütün haberler ve bahsettiği her şey doğru çıkıyor.
Bütün bunlar ve bahsedemediğimiz nice deliller Kur’an’ın hak kelamullah olduğunu gösterdiği gibi, Hz.Muhammed’in (sav) de peygamber olduğuna en büyük delildir. Kur’an kelamullah ise elbette onun geldiği zat ta peygamber olacaktır. Madem o peygamberdir, öyleyse, O’nun her dediği doğrudur.
Bu durumda, dünya ve ahirette saadet isteyen ve bu gün yolunu şaşırmış olan insanlık O’nu dinlemeye mecburdur. O’nu dinlemeden yolu bulmak ve saadete ulaşmak mümkün değildir.


Günün sözü:
Bu alemi bize ders veren peygamberimiz Hz.Muhammed (sav)’dir. O’nu dinlemeyen bu alemden bir şey anlamadan göçer gider.

Geçici işlerine bağlanıp boğulma!

Geçenlerde içinde Onbeş sene öğretmenlik yaptığım Numune Hastanesinin yanındaki Atatürk Sağlık Meslek Lisesine gittim. Dile kolay... Onbeş sene, içinde ders anlattığım, nöbetler tuttuğum ve Onbeş sene çalıştığım okul! Sanki o günler bir hayal yada sanki onca yıl hiç yaşanmamış gibi. Demek hepsi geçici imiş, hepsi yalan şimdi. Emekli olalı beş sene oldu. Şimdi okulun kapısına vardığım zaman beni tanımıyorlar ve 'kimsin?, kimi görmek istiyorsun?' diyorlar. Neydi o günler? Koskoca Onbeş yıl; nice olaylar yaşanmış, kimler gelip kimler geçmiş! Demek hepsi geçeciymiş!
O zamanlar bize hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o yıllar geldi ve geçti de bir hayal oldu. Demek bugün çalıştığımız ve yaptığımız işlerin hepsi geçicidir. Asıl gaye değildirler. Bunun farkına varmak gerekir. Benim aynı okulda Onbeş sana çalışıp binlerce öğrenciye yaptığım dersler nasıl geçi imiş ise, şimdi hangi makamda olursa olsun herkesin işi de geçicidir. Ve bu geçici işlere ona göre vermek gerek. En yüksek makamdaki Cumhurbaşkanından en aşağı maklamdaki sıradan bir memura kadar; Bakan da olsan, müsteşar da olsan; müdür olsan, hizmetli olsan; general olsan, teğmen olsan, hatta er olsan; avukat olsan, hakim olsan; fabrikatör olsan ve binlerce işçi çalıştırsan veya işçi olsan; doktor olsan, hemşire olsan, ne olursan ol hepside geçicidir. Sizden önce oralarda kimlerin çalıştığını ve sizden sonrada kimlerin çalışacağını düşünün...
Bunu için geçici işlerine bağlanıp boğulma! Gece- gündüz işlerini düşünüp, bütün vaktini onlara harcama! Zira onların hepsi geçidir. Mesela: yıllarca valilik, kaymakamlık yaptığın bir yere yıllar sonra, emekli olunca varsan ' sen kimsin, ne istiyorsun?' derler. Binlerce işçi çalıştıran fabrikatörler kolayca o seviyeye gelemezler. Amma o işlerde geçicidir. Yarın son nefesini verdiği zaman hepsi burada kalacaktır. Onları kabre ve ahirete götüremiyorsun. Orada bu işlerin pek de ehemmiyeti olmayacaktır. Orada geçerli olan şeyleri, hatta kabre varır varmaz sana neler soracaklarını biliyorsun.
İşte bu geçici işleri yapayım derken o ebedi hayata lazım olacak işleri ihmal ettinse 'yandın' demektir. Artık telafisi mümkün değildir.
İşte bütün vaktini bu dünyevi ve geçici işlerine sarfedersen, aklınla, fikrinle gece gündüz onları düşünüp, onların peşinde koşarsan ömrünü boşa geçirmiş olursun ve manen boğulursun.
Bunu için asrımızın dahi imamı Bediüzzaman Hz'leri bizleri uyarıyor ve nazarımızı bu gerçeğe çeviriyor ve diyor ki: "Ey insan! Geçici işlerine bağlanıp, boğulma! Dikkat et! Bu dünya geçicidir. Dünya işlerine yetişeceğim diye koşuştururken ebedi hayatını ijmal etme! Yoksa hasaretin o kadar büyük olur ki tasavvurundan akıl ve kalp ürperir.
Ey insanlar! Ne yaptığınızın farkında mısınız? Çocuğunuz daha ilk okula başlamadan koşuşturmaya başlıyorsunuz. Aman çocuğum rahat etsin, sıkıntı çekmesin diye. Kendimiz de hayatımızı ve çocuklarımızın hayatını garantiye alacağız diye var gücünüzle dünya işlerinin peşine düşüyoruz. Halbuki bu dünyanın garantisi mi olur? her an, herkese öümün geldiğini görüyoruz. Hiç beklenmedik bir anda bakmışsın, insanlar ölmüşler.
Dünyanın bu kadar geçici olduğunu gördüğümüz halde nasıl oluyor da bütün vaktimizi dünyaya harcayabiliyoruz? Neden burada yaptığımız hareketlere göre ebedi Cenneti kazanacağımızı veya şiddetli azap yeri olan Cehenneme gideceğimizi düşünmüyoruz? Hatta sanki öyle şeyler olmayacakmış gibi bir hayat yaşıyoruz. Hiç umursamıyoruz bile! Bunu akıl almaz!
Allah cc hepimizin sonunu hayır etsin, amin. Ölüm nasıl olsa bizi uyandıracak. Hz Ali " İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" buyurmuştur. Allah cc bize ölmeden önce uyanmayı nasip etsin, amin.

Kendisinden tevbe edilmeyen günah: Dünya sevgisi…

Dünya sevgisi müslümanda bulunan öyle kötü bir haslettir ki, kişi onun kötülüğünü bilip, tevbe de etmez. 
Hz.Enes (ra) peygamberimiz sav’den şu hadis-i şerifi nakletmiştir: “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır” Tirmizi, Müslim.
 Kaab ibnu Malik Hz’lerinden nakledilen bir başka hadisi şerifte ise peygamberimiz sav şöyle buyurmuştur: "Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dinine verdiği zarardan daha fazla değildir." Buhari, Müslim.
Demek, Müslümanların işlediği hataların hemen tamamı bu dünya sevgisinden olmaktadır. Hattâ bir büyük alim bile olsa, eğer nazarı dünyada ise ve kalbinde dünya sevgisi varsa, ondan ancak zarar gelir. Kalbinde dünya sevgisi taşıyan birisinden asla insanlık beklenemez. O, en küçük bir dünya  menfaati için en yakınını bile satar. Bu konuda peygamberimiz sav şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü bir kısım insanlar gelirler, dağ gibi amelleri vardır. Cehenneme atılmaları emrolunur. Ashap sordu:
-Onlar namaz kılarlar mıydı?
-Evet, namaz kılarlar, oruç tutarlar ve geceleri ağlarlardı. Fakat dünyevi bir menfaat söz konusu olduğu zaman hemen atılırlar ve Allah’ı unuturlardı.
Demek, bir kişide dünya sevgisi varsa onda başka kötü haslet aramaya gerek yoktur. Çünkü onda, diğer bütün kötü hasletler otomatik olarak bulunur.
Sabahleyin kalktığınızda kalbinizi yoklayın. Eğer bütün düşünceniz dünyevi şeylerse sizin Allah yanında hiçbir değeriniz yoktur. Hadisi şerifte böyle buyurulmuştur ve Allah cc böyle olan bir kişinin   kalbine dört şeyi musallat eder.
1.Kalbine kederli bir düşünce verir, ondan kurtulamaz.
2.Bir meşgale verir, ondan kurtulup hayırlı işler yapmaya vakit bulamaz.
3.İçine bir fakirlik duygusu verir, ne kadar kazansa tatmin olmaz.
4.Uzun bir emel verir, asla sonuna ulaşamaz. (İlâhi Nizam)
Dünyayı yaratan ve sahibi olan Rabbimiz: “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan da Allah (c.c.)’ın affına güvendirerek sizi ayartmasın” buyuruyor.(Fatır suresi 5)
Dünya hayatı ve ondaki tehlikeler ile ilgili o kadar çok şeyler yazılıp söylenmiştir ki saymakla bitmez. Bir ehl-i hikmet şöyle demiştir.
“Dünya için yaratılmamışsın, öyleyse dünyayı elde edeceğim diye boşuna çırpınma! Başkalara muhtaç olmamak için çalış.”
Madem hataların başı dünya sevgisidir, ve madem dünya sevgisi insanın dünyada ve ahirette perişan olmasına sebep olmaktadır; o zaman bu sevgiden kurtulmanın yollarını bulmak gerek.
Dünya muhabbetinden kurtulmanın birinci yolu ölümü düşünmek ve nazarı ahirete çevirmektir. Bu kadar basit. Öleceğini ve dünyadan ayrılacağını, ne kazanırsan kazan, bir gün hepsini bırakıp gideceğini düşünüp iyice anlarsan, sende dünya muhabbeti kalmaz. Hadis-i şerif ile sabittir ki ölümü düşünmek zevkleri acılaştırır. Dünya muhabbetini giderir.
Nazarı ahirete çevirmek ise, yaptığın hareketlerin ahirette hesabının sorulacağını düşünmek ile olur. Tabii ki bunlar hâyal değil. Yaptığın hareketlerin karşılığında göreceğin azap ve mükâfatlar ayet ve hadislerle sabittir. Öyleyse, onları ayet ve hadislerden veya onları ders veren alimlerden öğren. Ve elbette aklın varsa, sana mükafat kazandıracak hareketlere yönel ve azaba düşürecek işleri terk et. İşte kurtuluşun yolu…
Demek kişi ölümü düşünse, yaptığı hareketlerin ahiretteki karşılığını bilse ve ona göre davransa; hem dünyevi tehlikelerden kurtulur, hem de ahiretteki tehlikelerden. Kurtulmak istiyorsan işte yol…
Dünya hayatının şatafatına ve görünüşteki cazibesine kapılıp, ona yönelirsen dünya ve ahirette perişan olmaktan kurtulamazsın!  













Dünyayı yaratan ve sahibi olan Rabbimiz: “sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan da Allah (c.c.)’ın affına güvendirerek sizi ayartmasın” buyuruyor.(fatır suresi 5)





Miras nasıl paylaşılır?

Bir müslümanın belki de ömründe bir iki defa başına geliyor olsa da, dinimizde mirasın nasıl paylaşılacağına dair az çok bilgi sahibi olması gerekir. Bugün halkımızın büyük çoğunluğu Müslüman olduğu halde tahmin ediyorum yüz kişi de bir kişi bile mirasın dinimize göre nasıl paylaşılacağını, kime ne kadar mirastan pay düşeceğini bilmez. Hatta, belki de kimlerin mirasçı olacağını dahi bilemez. Elbette bunda, artık mirasın Rabbimizin emrettiği tarzda değil de, insanların kafasından çıkan kanunlara göre paylaşılmasının büyük etkisi vardır. Yine de, samimi dindarların Rabbimizin emrettiği şekilde mirası paylaştıklarına inanmak istiyorum.
Bu yazımızda, kısaca ve ana hatları ile mirasın nasıl paylaşılacağı ve mirastan kime ne kadar pay verileceği hususunu yazacağız. İlk bilinecek şey, dinimize göre aile içindeki her bir ferdin malının ayrı olduğudur. Şimdi aile içinde ‘senin malın benim malım olmaz veya senin benim neymiş’ deniyor. Bu sözün islamda yeri yoktur. Dinimize göre kadının malı ayrı, kocanın malı ayrıdır. Hatta çocukların malları da kendilerine aittir. Eğer öyle olmazsa ölen kişinin malı nasıl paylaşılacak. Demek herkesin malı ayrı olacak ki o kişi öldüğü zaman o kişinin malı bölüşülsün.
Ölen kişinin malından önce cenaze masrafları karşılanır, sonra borçları ödenir, varsa vasiyeti yerine getirilir. Bundan sonra arta kalan maldan önce birinci derecedeki yakınları paylarını alırlar. Bunlar ölenin annesi, babası; karı ise kocası, koca ise karısı ve çocuklarıdır.
Kocası ölen kadın: eğer ölen kocasının çocukları var ise mirasın 1/8’ini, mirasçı olacak çocuk yok ise mirasın 1/4’ünü alır.
Koca: ölen karısının çocukları var ise mirasın1/4’ ünü, mirasçı çocuk yok ise mirasın yarısını alır.
Ölen kişinin anne ve babasından her biri, eğer ölenin çocukları var ise 1/6 hisse, ölenin çocukları yok ise 1/3 hisse alırlar.
Bu yazıyı okurken bazıları homurdanmasın, zira bu taksim bu yazıyı yazan Selahattin Altıntaş’ın taksimi değil, alemlerin Rabbi olan Allah’ın taksimidir.
Ölenin çocukları ise, kız ve erkek kardeşlerden oluşuyorsa yukarıda bahsettiğimiz hissedarlar hisselerini aldıktan sonra kalan malı erkekler iki hisse, kızlar bir hisse almak suretiyle mirası paylaşırlar.
Ölenin sadece bir kız çocuğu var ise, bu kız malın yarısını alır. Ölen kişinin erkek çocuğu yok, iki veya daha fazla kız çocuğu var ise bu kızlar mirasın 2/3’ünü eşit olarak paylaşırlar. Nisa suresi 176. ayetinede Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşler ise erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır. Doğru yoldan saparsınız diye Allah size açıklıyor.  
Mirasın nasıl paylaşılacağı ayetler ile sabittir. Bunun için ‘Kitabım Kur’an’ diyen bir Müslüman hiç itirazsız mirası Allah’ın kitapta emrettiği ve Resulünün tatbik ettiği gibi paylaşır. Allah’ın kendisi için takdir ettiği hisseyi de hiç itirazsız, hatta kalbinde bir sıkıntı duymadan kabul eder.
‘Yakinen bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?’ Maide Suresi 50.
Hem müslümanım diyeceksin, hem aklın çalışacak; sonrada Allah’ın taksimini beğenmeyeceksin, mirası da Avrupa kâfirlerinin dediği gibi paylaşacaksın, bu olur mu?
Müslümanım demek: Ben bu kâinatı yaratan ve idare eden Allah’ın varlığına ve bir olduğuna inandım, beni yaratan, yaşatan ve rızkımı veren O’dur. Ben hareketlerimi gönderdiği kitaba ve son elçisi Hz.Muhammed s.a.v’in yaptıklarına göre yaparım. Zaten Müslüman demek teslim olan demektir. Dinim ne diyorsa ben de onu derim, dinim nasıl yap deniyorsa ben de öyle yaparım. Bunun tartışması da olmaz. Hem müslümanım deyip hem de dinimizde belirtilen hükümlere karşı olmak akıllı bir müslümanın yapacağı iş değildir.
Ölenin çocuğu olmazsa, anne babası olmazsa veya çocuğu ölmüş olup torunları olursa vs bu gibi durumlarda mirasın nasıl paylaşılacağı geniş olarak fıkıh kitaplarında mevcuttur. Kitaptan bu meseleleri çıkarmak ta zordur. En kolay yol bu işi bilen birisine müracaat etmektir.
Miras paylaşılırken çok dikkatli olmalıdır. Ekser akrabalık ilişkileri bu mesele yüzünden bozulmakta ve kardeşler neredeyse artık ömür boyu birbirlerinin yüzlerine bakmamakta, akrabalık ilişkileri kopmaktadır. Bu durumda yapılacak iş: Her bir mirasçı Allah’ın dinimizde kendisi için taktir ettiği hisseye razı olacak; diğer mirasçıların kendisinin en yakın akrabaları olduğunu düşünerek onları kandırmaya çalışmayacak. Bu miras paylaşma işi bu işi bilen, aklı başında hepsinin saygı duyduğu bir büyük öncülüğünde yapılırsa hemen hemen hiç problem çıkmaz. Zaten bizim toplumuz sayıp sevdiği, sözü dinlenir büyüklerini kaybettiğinden beri problemlerini halledememektedir. Eskiden bu büyükler meseleleri öyle hallederlerdi ki mahkemelere iş kalmazdı. Maalesef onlarla beraber pek çok değerimizi kaybettik veya kaybettirdiler ve halâ da kaybetmeye devam ediyoruz.
Kişi hayatta iken malında dinimizin müsaade ettiği şekilde tasarruf edebilir. Ancak, hayatta iken malın tamamını çocukları arasında taksim etmek büyük hatadır ve böyle yapanların nasıl sıkıntılar çektikleri herkesin bildiği bir gerçektir. Bir de, bazı çocuklarını daha fazla sevip, onları kayırmak maksadı ile hayatta iken onlara fazladan mallar vermek evlatlar arasına öyle bir fitne sokmaktır ki kesin olarak kaçınmak gerekir.


                  





                EY  DOST

Ey Dost!  Tebşir eyle  beni Sen’inle
Şeytan  imanımı çalmasın benim.
Velayetten bir nasip lutfeyle bana
Gönlüm ağyar ile dolmasın benim.

Ey Dost! Sen uyandır beni Sen’inle
Kalbime hiç gaflet  gelmesin benim.
Şanından bir ihsan  ikram et bana
İlelebet kalbim ölmesin benim.

Ey Dost! Taltif eyle   beni Sen’inle
Kulluğumda  kusur  kalmasın  benim.
Muhabbet marifet bahşeyle bana.
Kurtuluş  ümidim   solmasın benim.

Ey Dost! Diriltiver beni Sen’inle
Arifler ardımdan  gülmesin benim.
Aşk ile dönmeyi nasip et bana
Esrarımı kimse bilmesin  benim.

Ey Dost! Aynileştir  beni Sen’inle
Gönlüm nurdan gayri almasın benim.
Sana kul olmayı ilham et bana
Ömrüm ölümle son bulmasın benim.

Ey Dost! Fanileştir beni Sen’inle
Sevdalar kalbimi  salmasın benim.
Aşkla müşerref et Sen’i ver bana
Sana vuslatım geç olmasın benim.
                                                              Osman   ALTAŞ  



Dikkat Edin, Bu Milletin Din İle Olan Bağları Kopmasın!...

Evet, bu müthiş söz elbette bana ait değil. Bu söz asrımızın büyük âlimi Bediüzzaman Hz.lerine aittir. O, Lem’alar isimli eserinde öyle diyor: “Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları (bağları)kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne, topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede (toplum hayatında) bir semm-i kàtil (öldürücü zehir) hükmünde o dinsizler zarar verecekler.
Evet, Bediüzzaman Hz.leri bundan 80 yıl kadar önce bunları söylüyor. O zamanlar bakıyor ki insanlar zorla İslam’dan uzaklaştırılmaya çalışılıyor: o zaman ikaz ediyor: “Aman bu milletin din ile olan bağları kopmasın. Eğer koparsa toplum hayatı için zehir hükmüne gelirler.” Ve neden böyle olacaklarını da şöyle izah ediyor: Bir Müslüman doğru olmayı da, dürüst olmayı da, insanlara faydalı olmayı da ve zarar vermemeyi de hep dininden öğrenir. Eğer dinden koparsa tam bir anarşist olur ve toplum hayatına zarar verir. Bunun için dinimizde dininden dönenlere ‘Mürted’ denir ve bunlar idam edilirler. Çünkü dinden dönenin vicdanı tamamen bozulduğundan artık ondan toplum için hayırlı bir şey beklenemez ve o, ancak zarar verir.
Hâlbuki bir Hıristiyan veya Yahudi cizye ödese, vergisini verse Müslümanların arasında yaşayabilir. Çünkü o gene de topluma faydalı işler yapabilir. Mürted gibi zararlı olmaz.
Va esefa… Üstad Hz.leri her ne kadar ikaz da etse o gün toplumu İslam’dan zorla uzaklaştırmaya çalışanlar bu işlerinden vazgeçmediler, bu günlere geleceğimizi ikaz eden Üstad’ımızı dinlemediler, hatta O’nu hapislerden hapislere, mahkemelerden mahkemelere sevk ettiler. Belki de kendilerinin çok güzel bir şey yaptıklarını sandılar. Çünkü şeytan insanlara yaptıkları şeyi güzel gösterir. Bu ayetle sabittir. “Şeytan yaptıklarını hep güzel gösterdi. Bu gün de dostları O’dur” Nahl Suresi 61  
Demek insanın yaptığı işi güzel görmesi illa o işin güzel olduğu anlamına gelmiyor. Veya İslam’a zıt işler yapanlar yaptıklarını güzel görüyorlar amma bu güzel görmek o işi güzel yapmıyor. Bu konuda şu ayet te çok dikkat çekicidir: “Rahman Olan Allah’ı anmayı görmemezlikten gelene yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan çıkarırlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini, hidayete erdiklerini sanırlar.”
Bu gün de durum aynıdır. İslam’a zıt işler yapanları her ne kadar ikaz edersen et, dünyevi ve uhrevi tehlikeri ne kadar anlatırsan anlat, anlamazlar ve bildikleri yoldan vazgeçmezler. Çünkü şeytan, onlara yaptıklarını çok güzelmiş gibi göstermektedir.
Şimdi ise iş varacağı yere varmış, gözünü kırpmadan onlarca masum insanı katleden canavarlar yetişmiştir. Şimdi de masum masum soruyorlar: Bu canavarlar nereden geldi? Toplum bu hale nasıl geldi? Bunları kim yetiştirdi? Ah… kardeşim… ah…İşte sen yaptığın işin nereye varacağını anlayamayacak kadar şaşkınsın. Bu cinayetler ve bu caniler sizin güzel yapıyoruz zannı ile her türlü ikaza kulak tıkayarak toplumu sevk ettiğiniz yolun neticesi, vardığı yerdir. Zamanında ikaz edenleri hapislere atmayı bildiniz, şimdi de çaresiz kıvranıyorsunuz! Böyle giderse daha çok kıvranacaksınız. Çünkü, Bak! Bediüzzaman Hz.leri 80 sene öncesinden ikaz ediyor: Dikkat edin bu milletin din ile olan bağları kopmasın! Amma dinlemediniz ve kopardınız. Şimdi de neticesine katlanacaksınız. Bu saatten sonra ne yapılabilir ki.. Üstelik siz, hala yaptıklarınızdan da pişman değilsiniz. Yanlış yolda ısrarla devam etmektesiniz.
Geçende müthiş bir yazı okudum: Din mi kaldı, töre mi? Diye soruyordu yazar.
Soruyorlar, “biz böyle değildik, bunlar nerden geldi?”
Uzaydan geldi, uzaydan!
Daha bir sürü gelecekler, bekleyin siz.
Bugün Mardin’e, yarın Maraş’a, Sivas’a, Konya’ya, Edirne’ye gelecekler. Hem de böyle sekiz, onsekiz kişi filan da değil. Gurup gurup, akın akın gelecekler.
Bir evde 44 kişi öldürmüşler. Yarın çarşıda, markette, camide daha fazlasını yapacaklar.
Şunu anlayın artık, din mi kaldı töre mi kaldı?
Dini olmayanın örf ve adeti mi kalır?
Paradan, servetten, zevkten, şehvetten ve şöhretten başka amacı olmayan canlı türünde vicdan ve merhamet ne gezer?
Soruyorlar: “Nerde kanaat önderleri?”
Kimi kastediyorsunuz?
İmamları mı?
İş başındalar! Saati gelince ezanı okuyor, namazı kılıyor ve camiyi kitliyorlar. Siz böyle istemediniz mi?
Öğretmenleri mi?
Okullarındalar! Dersleri bitince ya evlerine, ya pişti oynamaya gidiyorlar öğretmen evine. Öğrencilerle özel ilgilenmek yasak ya?
Şeyhleri, medrese alimlerini, mürşitleri mi?
Tıkadığınız yerde tutukludurlar? “İrtica ve yasak” naraları ile sindirilmiş bir vaziyette evlerinde oturuyorlar.
…. 
Evet, yetiştirdiğiniz nesil geliyor! Hem de gümbür gümbür geliyorlar. Alkolle, uyuşturucu ile kumarla, fuhuşla, seks çılgınlıklarıyla, kapkaçla, soygunla, çeteleşerek geliyorlar. Hem de keleşle, bombayla, patlayıcılarla… geliyorlar.
Eserinizle övünebilirsiniz ey sistem!
Eğittiğiniz çocuklarla iftihar edebilirsiniz ey Milli Eğitim!
Bunu siz istediniz, siz yetiştirdiniz, siz çekeceksiniz.
Niye şikayet ediyorsunuz ki?
Ne bekliyordunuz? 

Dinimizin güzelliği yaşadıkça ortaya çıkıyor!

Geçen Ramazan ayında yazdığımız gibi; Rabbimiz’in bir tek emri olan oruç ile, hayatımız ne kadar değişmişti. Akşamları iftarlar, teravihler ile; geceleri sahurlar ile; gündüzleri oruçlar, namazlar, hatimler ile; adeta başka bir alemde yaşar gibi olmuştuk. Mü’minlerin camileri doldurması, fakir-fukaranın görüp gözetilmesi ve verilen zekat ve sadakalarla fakirlerin yüzlerinin gülmesi… Bu arada azalan suçlar, trafik kazaları, kavgalar ve dövüşler; istirahata çekilen emniyet birimleri ve hakeza. Saymakla bitmez güzellikleri yaşamıştık Ramazan ayında.
Şimdi kurban bayramı önündeyiz. Bu defa başka, tatlı bir heyecan kapladı insanımızı ve toplumumuzu. Varlıklı ve zengin olanlar kesecekleri kurbanı satın alma peşinde; kurulan hayvan pazarları, yapılan pazarlıklar; evlerdeki hazırlıklar, bayram alışverişleri; şehirler arası yollarda bir hareket; herkes sevdiklerine kavuşup onlarla bayram yapabilmek için yolarda. Bayram sabahı camilerde toplanmak ve hep beraber coşkuyla bayram namazını kılıp bayramlaşma ve hemen arkasından herkeste bir koşuşturma. Caddelerde bir hareket. Herkes kurbanını bir an önce kesebilme gayreti içinde. Yaşanan bir çok acemililikler; beklide işin bir güzel tarafı da bu. Sonra et ile çekilen ziyafetler; fakir ve kurban kesmeyenlere de et verilerek onlarında sevinme ve ziyafete iştirakini sağlamak. Ve gülen yüzler…herkeste bir sevinç ve mutluluk.
İşte güzel dinimiz. Fakir ve fukaranın yüzünü güldüren dinimiz. Kurban kesip eşine dostuna ziyafet çekmek ve fakir ve fukaraya vermek ayrı bir zevk, onların sevindiklerini görmek ayrı bir mutluluk, Diğer taraftan yılda bir et gören fakirlerin bu durumda yaşadıkları sevinç ayrı bir güzellik. Herkes mutlu. Ayrıca hayvanını yetiştirip satanların kazandıkları para ile çoluk çocuğunun ihtiyacını gidermesi, hayvanların derilerinin toplanması ve bu konularda yapılan  programlar, haberler ve hakeza.
Evet, oruç emri ile bir ay boyu farklı bir aleme giren insanımız, farklı güzellikleri yaşarken; kurban kesme emri ile de, bu defa daha başka güzellikleri yaşamaya başlıyor. Hac farizasını yerine getirmekle farklı ve dünya çapında başka güzellikler sergilenip yaşanırken, yılın her günü, beş vakit okunan ezanlar ve kılınan namazlarla daha başka güzellikler ortaya çıkıyor. Cenab-ı Hak bizi bu güzel dinden ayırmasın.
Şimdi, ne kadar yaşanırsa güzelli o kadar ortay çıkan dinimiz, bir de bütün hükümleri ile bir toplumda yaşansa, acaba nasıl daha başka güzellikleri de ortaya çıkar, dünya nasıl bir cennet hayatına dönüşür, varın siz düşünün…
Madem dinimiz bu kadar güzel ve güzelliği tatbik edildikçe ortaya çıkıyor; öyleyse acaba neden bu güzel dini yaşatmamak için, tatbik ettirmemek için uğraşıyorlar?
Bir zamanlar bunu çok düşünmüştüm.Yaşandığı toplumu bu kadar güzelleştiren, yaşayan insanları bu kadar mutlu eden ve hiç zararı olmamakla beraber herkesin yüzünü güldüren, insanlarımızı da son derece topluma faydalı, güzel insanlar haline getiren bu din ile ve bu güzel insanlar ile neden uğraşılıyor?
Uzun zaman sonra bu sorumun cevabını buldum Sanırım bir çok insan da bunu merak etmektedir. Cevap, yarasanın güneşten ve ışıktan rahatsız olmasında gizlidir. Güneşten, ışıktan rahatsız olup, güneşe düşman olmak, karanlığı istemek olur mu? Evet, yarasa için olur. Zira o, yaratılışı icabı, belki de biz bu meseleleri anlayalım diye, öyle yaratılmış. Çünkü yarasa ışıktan, güneşten rahatsız oluyor ve ancak karanlıkta rahat edebiliyor.
 İşte, yarasa ruhlu olan insanlar da İslam’ın topluma getirdiği bu güzelliklerden rahatsız olmaktadırlar. İslam güneşinin olduğu yerde yarasa ruhlu olanlar yaşayamamaktadır. Bunun için ısrarla İslam’ın yaşanmasına ve tatbik edilmesine karşı çıkarlar. Çünkü, islamın yaşandığı yerde içki içip zina edilemez, başkaların karıları şarkı söyletip keyf edilemez, sinema, tiyatro gibi oyunlar ile, güya rol yapıyor adı altında, yatak odası kıyafetindeki kadınlar seyredilemez, faiz adı altında millet soyulamaz, televizyonlarda, sahillerdeki çırıl çıplak kadınlar yayınlanıp milletin ahlakı bozulamaz, mankenler ve şov adı altında güzel kadınlarla keyf edilemez,  içkili içkili direksiyona geçip masum insanlar ve çoluk çocuğu ile yolda giden masum aileler katledilemez. İsalmiyetin bütün hükümleri ile tatbik edildiği yerde hırsızlar yakalandıktan bir hafta sonra ellerini, kollarını sallayarak serbest gezemezler ve yeni soygunlar yapamazlar; caniler birkaç kişiyi öldürdükten sonra birkaç sene hapis yatıp, sonra da toplum içinde gezemezler ve hakeza.
İşte, nefislerine esir olan karanlık ruhlu insanlar, bir kısmını yukarıda saydığımız bu aşağı ve kötü işleri İslam tatbik edildiği zaman yapamayacaklarını bildiklerinden, ısrarla islamın bütün hükümleri ile toplumda tatbik edilmesine karşı çıkarlar. Sırf nefislerinin bu aşağı ve sefil isteklerini yerine getirebilsinler diye islamın bütün hükümleri ile tatbik edilmesini engellemeye çalışırlar. Tuh onların bu aşağı hallerine!
Bu yarasa ruhlular, her zaman var olacaklarına ve mutlaka dinimize ve Müslümanlara hücum edeceklerine göre, bir Müslüman için bunlarla mücadele etmek kaçınılmazdır. Öyleyse; bu güzel dinimize sahip çıkarak yaşamaya çalışmak bizim en önemli vazifemizdir. Nefsine esir olan yarasa ruhlu insanlarla aynı safta olmaktan ise şiddetle kaçınmalıyız.
Bütün kardeşlerimin kurban bayramlarını tebrik eder, daha nice bayramlara sıhhat ve afiyet içersinde yetişmenizi Cenab-ı Hak’tan dilerim.