26 Ocak 2011 Çarşamba

aklı dinleme, vahyi dinle!

A
Katıldığım birçok konferans ve panellerde Profesör veya Doçent unvanlı birçok ilim adamının akıl konusunda bocaladıklarını gördüm. Özellikle herkesin makbulü olmuş ve dünya çapında kabûl görmüş Mevlâna Hz.leri gibi zatların aklı ‘çamura saplanmış eşeğe’ benzetmeleri; aklı öne çıkaran günümüz ilim adamlarınca bir türlü kabul edilememiş ve bu gibi sözleri red ederekte Mevlana ve emsali zatlara karşı çıkmaya cesaret edemediklerinden “ acaba o zatların ‘akıl’ dedikleri vicdan olabilir mi?” diye o zatların akıl ile ilgili sözlerini tevil etmeye çalışmışlardır.
Önce şunu belirtelim ki; o zatlar ne dediklerini çok iyi bilirler. Bu akıl konusunda da söz Mevlâna Hz.leri ve emsalî zatlarındır. El hak, onlar doğru söylemişlerdir.
Öyleyse, şimdi biz aklın ne olduğunu, aklına güvenip vahyi dinlemeyenlerin ne hale geldiklerini, akılları ile vahyi dinleyip ona uyanların kimler olduğunu ve nasıl bir mertebeye ulaştıklarını inceleyelim.
İnsan birçok tehlikelere maruz ve birçok ihtiyaçları olan bir varlıktır. İşte, insanın bu özelliğinden dolayı içinde yaşadığı bu dünya ortamında ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve tehlikeleri bertaraf edebilmesi için ona üç kuvvet verilmiştir. Bunlar: Menfaat ve ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için Kuvve-i şeheviye, tehlikeli ve zararlı şeyleri kendisinden def edebilmesi için Kuvve-i gadabiyye, İyi ve kötü, menfaatli ve zararlı şeyleri ayırt edebilmesi için de Kuvve-i akliye. Yaratılış itibari ile bu kuvvelere sınır konulmadığından bu kuvvelerde üç mertebe meydana gelmiştir. İfrat, tefrit ve vasat mertebeleri. Konumuz akıl olduğu için aklın üç mertebesini ele alacağız.
Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi Gabavettir ki; hiçbir şeyden haberi olmaz, merak etmez; kendisini kim yaratmış, niçin yaşıyor, kendisi ve bu insanlar nereden gelmiş ve  nereye gidiyorlar, bu kâinatı kim yaratmış, ne için yaratmış? düşünmez ve merak etmez.
Aklın ifrat mertebesi ise Cerbezedir ki; hakkı batıl, batılı hak gösterecek derecede aldatıcı bir zekaya sahiptir. Vasat mertebesi ise Hikmettir ki; hakkı hak bilir, ittiba eder; batılı batıl bilir ve ondan kaçınır.
Adem as. Zamanından beri insanlık aleminde daima iki cereyan olmuştur. Birincisi, vahye dayanan Peygamberler ve onlara tabi olanlar; ikincisi ise, vahyi dinlemeyip akıllarına güvenen ve kendi fikirlerine göre hareket eden felsefeciler ve onlara tabi olanlar.
İşte, peygamberler aklın vasat mertebesi olan hikmet dairesinde hareket etmişler ve ifrat ve tefrit mertebesinden her zaman sakınmışlardır. Vahyi dinlemeyen ve kendi akıl ve fikirlerine güvenen felsefeciler ise haddi vasatı bulamamışlar, ifrat ve tefrite düşmüşlerdir.
Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesinden “alemi zaman yaratıyor” diyen Dehriyyun, “kâinatı madde yaratıyor” diyen maddiyyun, “her şeyi tabiat yaratıyor” diyen Tabiiyyun gurupları meydana gelmiştir. Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesinden ise kâinatı ve kendilerini inkâr eden Sofastailer meydana gelmiştir. Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesinden çıkan felsefe bugün hakim durumdadır. İnsanların maymundan geldiğini, kâinatın kendi kendine meydana geldiğini iddia etmesi vahyi dinlememesindendir. Okullarda okutulan ekser ders kitapları da bu felsefenin etkisinde hazırlandığından; bu kitaplarda insandan, kâinattan ve mevcudattan bahsedildiği zaman onların kendi kendine meydana geldikleri belirtilip, Cenab-ı Hakk’ın onları sonsuz ilmi ve kudreti ile yarattığından hiç bahsedilmemektedir. Dolayısıyla, bugün okullarda okutulan sadece felsefe dersi değil, diğer dersler de aynı felsefî görüşün etkisindedir. Herkesin bildiği çok basit bir örnek verecek olursak; edebiyat kitaplarında Türkiye Cumhuriyetinin ilelebed devam edeceği yazar. Halbuki dünya ebedi değil ki üzerindeki Türkiye cumhuriyeti ebedi olsun. Kimse de çıkıp bu gerçeği söylemez. Bunun yerine asla “Türkiye Cumhuriyeti kıyamete kadar devam edecektir” demezler ve diyemezler. Çünkü bu ne kadar gerçekte olsa dinin verdiği bir haberdir. Mesela; ilk insanın Adem as. olduğunu asla kabul etmez ve illa “maymundan geldik” derler. Çünkü, İlk insan olarak Adem as’ı kabul etmek peygamberlerin hak olduklarını kabul etmeye ve onları dinlemeye mecbur eder. Mesela; bir çiçek veya güzel bir canlı gördüğü zaman “ ne güzeldir” der. Asla “Allah (c.c.) ne güzel yaratmış” demez. İşte felsefeciler böyle yanlış fikirleri insanların kafalarına sokmuşlardır.
Kuvve-i akliyenin vasat mertebesini peygamberler, mürseller, evliyalar, sıddıkinler esas almışlardır. Bu mübarek zatlar hiçbir zaman kendi akıllarına dayanmamışlar, akıllarını vahyi anlamak için bir alet kabul etmişler, vahy-i ilahiye dayanan semavi kitaplar bu alemi ve insanı nasıl çözmüş ise onu öyle anlayıp, ders vermişlerdir. Alemin yaratılışını zamana, maddeye ve tabiata değil, Allah (c.c.)’a nispet etmişlerdir.
Onlar yemek, içmek, evlenmek, boşanmak, tesettür, zinaya yaklaşmamak, faiz yememek, içki içmemek gibi meselelerde kendi fikirlerine değil doğrudan doğruya vahy-i ilahiye uydular; kendi akıllarına, heva ve heveslerine değil, Allah (c.c.)’ın emir ve yasaklarına göre hareket ettiler, bu konuda fikir yürütmediler, ellerinden geldiği kadar her hareketlerinde vahye dayandılar. Devletin idaresinden, mahkemelerde nasıl hüküm verileceğine, basın-yayından okullarda çocukların nasıl eğitilip yetiştirileceğine kadar her alanda vahye göre hareket edip, ilahî prensipleri dinlediler.
Akıllarına güvenip vahyi dinlemeyenler ise; devlet idaresinden mahkemelerde nasıl hükmedileceğine; hangi suça ne ceza verileceğine, evlenip-boşanma nasıl olacağından mirasın nasıl paylaşılacağına, nasıl giyinileceğinden çocukların nasıl yetiştirileceğine kadar her alanda kendi akıllarına ve fikirlerine göre, çıkardıkları kanunlara göre hareket ettiler. Dikkat edilirse toplumdaki irtica tartışmalarının da çıkış noktası burasıdır; akıllarına göre hareket edenler ile “vahyi dinleyelim ,vahye uyalım” diyenler arasında bu mücadele olmaktadır. Adem as. Zamanından beri bu iki cereyan mücadele ederek gelmiş ve kıyamete kadar da mücadele ederek devam edeceklerdir.
Bugün dünya üzerinde neredeyse vahye dayanan devlet idaresi yoktur. İnsanlık vahyi bırakmış, hatta ona karşı savaş açmıştır.  Kendi akıl ve fikirlerine göre çıkardıkları kanunlarla sistemler meydana getirmişler ve aile hayatından devlet idaresine hayatın her alanında bu kanunları esas almışlardır. Birleşmiş Milletlerin işleyişinden Avrupa birliğine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden hemen bütün ülkelerdeki devlet idarelerine, basın-yayına, devletler arası ilişkilerden mahkemelere, okullara, giyimden eğlencelere, yiyip içmeden kadın hakları ve insan haklarına kadar her alanda akla göre ve akıldan çıkan kanunlara göre hareket etmektedirler. Allah (c.c.)’ın insanlara ve kadına verdiği hakları az bularak onlara yeni haklar vermekle, akıllarınca çok iyi bir şey yapmaktadırlar. Bu kanunlardan meydana gelen idareler beşeri sistemler olup, bugün içlerinde en revaçta olanı Demokrasidir. Tamamen insan aklının bir ürünü olan bu sistem, beşeri bir sistem olarak, Kur’an nazarında merduttur. Bu sistemi benimsemek, kabul etmek, savunmak kişiyi İslam dairesinden çıkarır ve Kur’an’ın karşısındaki guruba dahil eder.
Akla dayanıp, vahye meydan okuyanların temsilcileri geçmişte Firavun, Nemrud, Ebu Cehil ve emsalî zatlar iken; günümüzdeki temsilcileri Demokrasi ve Sosyalizm gibi beşeri sistemleri savunan ve vahye karşı olan herkestir. Bu beşeri sistemlerin tatbik edilmesinden dolayı bugün dünya yaşanamaz bir hale gelmiş, her tarafı zulümler kaplamıştır. Ülkeler bile zulmen işgal edildiği gibi; esnaf, dükkanındaki malları ancak zincirlerle bağlayarak koruyabilmektedir. Mahkemelerde vahye göre cezalar verilmediğinden hırsızlık, gasp, cinayet gibi suçlar almış başını gitmiştir. Beşeri sistemleri savunanlar dünyayı ne hale getirdiklerine bakmadan hâlâ vahye uymaya çalışanları yok etmeye çalışmaktadırlar.
Günümüzde İslam’a hizmet için ortaya çıkanların birçokları da, maalesef, beşeri bir sistem olan Demokrasi’yi savunmaya başlamışlar, diğer insanların da onu benimsemesine ve dolayısıyla dalalete düşmelerine sebep olmaktadırlar.
Günümüz dünyasında devletler ve sistemler ve içindeki zorbalar vahye savaş açmışlardır. “Gelin vahye göre yaşayalım” demeyi bile suç saymaktadırlar. Allah (c.c.)’ın mülkünde, onun kullarına Allah (c.c.)’a kulluk etmeyi yasaklamanın elbet bir bedeli olacaktır. Geçmiş asırlarda Allah (c.c.)’a meydan okuyan kavimlerin nasıl helâk oldukları herkesin malumudur.
Vahyi dinlemeyen akıl ile, dünya bugün yangın yerine dönmüştür. İşte Mevlâna Hz.leri ve emsalî zatların “ aklı dinlemeyin” sözleri ile ‘vahyi dinlemeyen aklı’ kast etmişlerdir. Yoksa yanlış anlaşılmamalıdır; vahyi dinleyen, ona uyan akıl güzel bir akıldır ki Peygamberimiz s.a.v. “dinimin aslı akıl, esası muhabbettir” buyurmuşlardır.
Cevşen duası
Ey çaresiz kalan, dehşete düşen, korku duyanların sığınağı
Ey günahın dehşet verici akibetinden isyankârların kendisine dehalet edip koştuğu
Ey gönül verip doğruyu bulmaya yönelenlerin maksudu
Ey isyankârların kendisine sığınıp iltica ettiği
Ey maddeden manâya teveccüh etmiş olan zahidlerin rağbet edip arzuladığı
Ey hataya düşüp çaresiz kalanların tek ümidi
Ey kendisini murad edenlerin daima ünsiyet ve huzur bulduğu
Ey yüksek mertebe sahibi olan Muhsinlerin tek medar-ı iftiharı
Ey tevekkül edip güvenmek isteyenlerin en büyük, tek güvendikleri
Ey kuvvetle iman edip yakine erenlerin ancak kendisiyle sükun ve huzur bulduğu Allah (c.c.)’ım!
Sen aczden, şerikten ve kusurdan münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilah yok ki bize imdat etsin. El Eman! El Eman! Ya Rahman! Bizi rahmetinle ateşin azabından kurtar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder